2 Kasım 2010 Salı

Kimse Beni Dinlemiyor!

Günümüzde çocuk olmak hiç de kolay değil!
Zeynep o gün okuldan geldiğinde çok mutsuzdu. Türkçe öğretmeni ona “Bu notu senden beklemezdim” demişti. Bir sürü ödevi vardı. Ama hiçbirine yoğunlaşamıyordu. Masasının üstündeki kitapları aldı, yere fırlattı. Hırsını alamamıştı. İçerde anneannesi yemek hazırlıyordu. “Ben bu yemeği yemem diye kaç kez söyledim sana!” diye bağırdı. Annesini aradı ofisten. Toplantıdaydı. Telefonu fırlattı, iki damla yaş aktı gözünden. Biraz rahatlamıştı.
Odasına döndü, matematik ödevini aldı eline. Soruları çözmeye çalıştı. Kafasında bir yerlerde, öğretmenin “daha fazla çalışmalısınız” sözleri yankılanıyordu. Müziği açtı, kulaklığı taktı. Yeniden matematik ödevine döndü. Kulaklıktan gelen müzik, öğretmenin sesini bastırmıştı.
Akşam annesi geç geldi eve. Türkçeden aldığı notu söyleyince, “Biraz daha çalışır, daha iyi bir not alırsın bir dahaki sefere. Artık geç oldu, ben de zor bir gün geçirdim, hadi yatalım” diye cevap verdi annesi. Zeynep “Sen beni hiç dinlemiyorsun!” diye bağırıp, ağlayarak odasına koştu. Annesi ne olduğunu anlamamıştı. Birazdan Zeynep içerden bağırdı: “Anne, benimle uyu bu gece.” Annesi; “Bak Zeynep, bu ne zamandır devam ediyor, psikologun ne dediğini hatırla. Artık kendi başına uyumalısın” diye seslendi içerden. Zeynep hâlâ kızgındı. Uyumaya çalıştı. Kafasında bir ses “Yeterince çalışmadın” diyordu. Sonunda uyudu. Gece vakti gördüğü bir kâbusla uyandı. Midesi bulanıyordu. Sabah kalktığında kustu. Annesi işe giderken “Akşam ne yedi acaba?” diye düşünüyordu.
Zeynep, okulların çocuklar üzerinde yarattığı strese küçük bir örnek aslında. “Nasıl küçük bir örnek bu, basbayağı çocuk acı çekiyor” diye kendi kendinize mırıldandığınızı duyar gibiyim. İnanın, bir psikolog olarak daha şiddetli vakalarla çalışıyorum. Stres kendini kimi zaman kâbus, bilinmeyen korkular, tırnak yeme, yediklerini kusma, depresyon gibi şekillerle gösteriyor.
Öğretmen öğrenciyi motive etmeyi, “Bu sınıftan hiç memnun değilim”, “Bu notu sizden beklemezdim”, “Çalışmıyorsunuz”, “Daha iyi olabilirsin” cümlelerinin altında saklı zannediyor. Ama tek yaptığı öğrencinin “Ben iyi değilim” içsel mesajına bir işaret daha koymak. İlkokul yılları beynin hâlâ gelişmeye devam ettiği, ben kimim olgusuna cevaplar arandığı dönemler. Yeterince iyi olmadığını düşünen bir çocuk, içindeki boşluğu doldurmak adına yeni bir bilgisayar oyunu, yeni bir ayakkabı, pahalı bir oyuncak ile mutlu olmaya çalışacak. Ancak bunlar sadece geçici mutlulukların daha derin yaralar bıraktığı geçici çözümlerden öteye gitmeyecek. Yani sorun “bizim çocukluğumuzda daha az oyuncak vardı, babam bana bu imkânların hiçbirini yaratmamıştı, bunların ki sadece şımarıklık” tablosuyla açıklanır bir şey değil. Zeynep sadece kendi olmaktan mutsuz ve bunu anlayacak bir ebeveyne, bir öğretmene, bir okula, bir büyüğe, bir psikologa, bir medyaya kısaca koca bir topluma ihtiyacı var.
Böyle bir toplum olduğunda; ebeveynin çocuğunun hangi okula gideceğinden çok, kendi ile nasıl mutlu olduğu, öğretmenin verdiği nottan çok, o konunun neden ve nasıl öğrencinin ilgisini çektiği, psikologun çocuğun annesinin yanında uyumasını ortadan kaldırmaktan öte o ihtiyacı annenin ona nasıl vereceği ile ilgilendiği sağlıklı bireylere kavuşuruz.
O zaman Zeynep okula gittiğinde öğretmen “Sınav kâğıtlarınızı değerlendirdim, hepiniz bu konuyu farklı açılarla öğrenmişsiniz. Kiminizin ilgisini A bölümünün, kiminizin ise B bölümünün çektiğini gördüm. Bundan sonraki konuyu nasıl işleyeceğimizi ona göre düşüneceğim. Bu farklılıklarınız bana bir sürü yeni bakış açısı sunuyor. Sınıfımda olduğunuz için mutluyum” der.
Zeynep eve gelip “Türkçeden düşük not aldım” diye kızgın bir ses tonu kullandığında annesi, onun elini tutar, gözlerinin içine bakar ve “Kendini kötü hissettiğini görüyorum, senin için daha iyi bir not almak istemenin önemini fark ediyorum. Kolay olmamalı” diye konuşur. Zeynep sabahtan beri kızgınlığın maskelediği ağlama duygusunu tamamen dışa vurur. Annesi evdedir artık ve hissettiği acıyı anlamıştır. Ona sarılır, ağlar. Annesi sessiz kalır, ağlamasına izin verir.
Psikolog, Zeynep’in annesine “Sizinle yatmak istiyorsa şu an buna izin verin, stresli bir dönemden geçiyor. En önemlisi tüm bunları kendi başına atlatacak durumda değil. Geceleri yanınıza geldiğinde sarılın, küçük kızınıza onu nasıl bir an evvel kendi başına uyumaya teşvik ederim bakış açısı ile değil de şu an yaşadığı stresi azaltmak için bana ihtiyaç duyduğunda bunu ona nasıl veririm anlayışı ile yaklaşın” diye konuşur.
Bir büyük “Bizim zamanımızda” diye başlamak yerine söze, onlarla nasıl daha anlamlı ilişkiler kurar, daha çok oynar, daha çok eğleniriz diye düşünmeye başlar.
İşte sağlıklı toplumlar böyle oluşur.
Bu arada ben, Zeynep ve diğer tüm çocuklara şöyle sesleniyorum: “Kendinizi kızgın hissettiğinizde nefesinizi sayın, koşmaya çıkın, günlüğünüze yazın. Teneffüslerde ip atlayın, seksek oynayın, salıncakta sallanın.”
Unutmayın, günümüzde çocuk olmak hiç de kolay değil.
Sevgiyle Kalın!

18 Ekim 2010 Pazartesi

Tutarlı Olmak ile Çocuğumuzu Dinlemek Arasındaki İnce Çizgi

“Eğer çocuğunuzun sizi kullanmasını istemiyorsanız, ona olan davranışlarınızda tutarlı olun” sözlerini sıkça duyduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Bu yalnız bizim ülkemizde oluyor demeyin! Çünkü çocuklarımızı alelacele bağımsız yapmak, koşuşturan ebeveynin dünyasına bir an evvel dâhil etmek adına, gelişmiş ülkelerin hepsinde bu gibi reçetelerle karşılaşıyoruz: “Yatağına yalnız yatan çocuğunuz yarın öbür gün yanınıza gelirse, sakın ha dalıp da onu yatağınıza almayın, sonra hep ister! Kendi başına yemek yemeye başlayan çocuğunuz ‘anne beni yedir’ derse aman ha, sonra hep ister. Ağlarken bir kere kucağına aldın, yandın, artık hep kucak, hep kucak”. Bunlar günlük hayattan tanıdığımız standart sesler, kimi zaman bir anneanne, kimi zaman komşu, kimi zaman bir doktorun ağzından duyduğumuz.
Doğal ebeveynlik konularında verdiğim seminerler ile bağlanma konularında ebeveynlerle olan terapilerim, bana da kendi içsel yolculuğum adına pek çok yeni pencere açıyor. Bir psikolog olsam da bir anne olarak benim de kendimi “tutarlı bir davranış mı şu yaptığım” diye sorguladığım anlar tabii ki oluyor. Geçenler de 3.5 yaşındaki kızım Irmak ile yaşadığım bir olay işte bu farkındalık pencerelerinin bir yenisini daha açmama vesile oldu.
Sabahtan kızımı akşam yemeğe çıkacağım konusunda hazırladım. Gün içinde beraber güzel zaman geçirdik. Yemek için buluşacağım arkadaşımın eve gelmesiyle beraber telaşlı bir hazırlık başladı. Irmak bu süreçte “anne gitme, anne kal” dese de içimden bunu halledeceğim ve onun beni rahatlıkla bırakacağı fikrinden emindim. Ancak hiçte öyle olmadı. Ağlamalar benim tam çıkacağım sırada iyice yükseldi. Arkadaşım “Hadi, çıkalım artık, ağlar, ağlar, susar, alışır” dedi. Bir tarafım acaba mı ki derken, o gün okuduğum bir makale* geldi aklıma: Dinlemek çok basit bir eylem aslında. Sadece anda olmamızı gerektirir. Koçluk yapmak, akıllı görünmek, ya da nasihat vermek durumunda değiliz dinlerken. Orda oturmaya ve karşımızdakini dinlemeye gönüllü olalım yeter.
Konuşmayı, onu avutmaya çalışmayı, kısaca o anda yaptığım her şeyi bırakıp, sadece onu dinlemeye başladım. Benim gitmeme izin vermek, beni bırakmak adına nasıl çabaladığını işte o an fark ettim. Ancak elinden geleni yapsa da, duygusal olarak bunu bir türlü başaramıyordu. Onun tereddütlerini, vücut dilini, sesini, acısını duydum o an. Yorgundu, duygusal olarak zayıftı ve bana ihtiyacı vardı. Arkadaşıma dönüp kendimden emin bir şekilde akşam yemeğine katılamayacağımı söyledim. Üstümü değiştirdim ve kızımla yemeğe oturduk. Garip bir şekilde içimde hiçbir kızgınlık yoktu. Daha önceleri bu tür durumlardan alışık olduğum kızgınlık duygusunu hissetmediğime önce şaşırdım. Ancak bu kez farklı olan kendime acıma duygusuna yenilmemiş olmamdı: “Zavallı ben, zaten hiç dinlenemiyorum, bir akşam bile çıkıp eğlenmek bana çok görülüyor” v.s. Peki bu düşünceler neden gelmiyor ve neden beni içine çekmiyor bu kez diye merakla sordum kendime. Ve şöyle bir hisle yüzleştim bu kez, Irmağı gerçekten dinlemiş olma hissi. Kendi içimde kaybolmadan, karşımdakini duymakla beraber gelen empati hissi. ‘Bu nasıl bir özgürlük’ diye geçirdim içimden. Hiçbir kızgınlık, kendine acıma duygusu hissetmeden kızımla yediğimiz akşam yemeğinin keyfine bıraktım kendimi.
Birden Irmağın sesiyle irkildim. “Anne biliyor musun” dedi.
-Neyi?
-Ben anne olsaydım, sen çocuk olsaydın, ben de gitmezdim. Seninle kalırdım.
Gözlerim yaşla dolu o an. 3.5 yaşındaki kızım bunu fark etmekle kalmamış, dile de getirmişti. Bir an tutarlı olmak, davranışlarını kontrol etmek adına ne kadar çok onları dinlemediğimizi düşündüm. Ben de kendi geçmişimin yasının yaşlarını akıttım gözlerimden.
Ertesi akşam ne mi oldu. Arkadaşımın doğum gününe gitmek için hazırlanırken Irmak “Anne çok geç kalma olur mu” dedi. “Olur” dedim. Bir öpücük kondurdum yanağına ve doğum günü mekânına doğru giderken ‘tutarlı olun o ağlasa bile’ diye başlayan tüm söylemleri haksız çıkarmanın muzip bir gülümsemesi vardı yüzümde.


*Listening as Healing (Dinleme ile gelen iyileşme)
Shambhala Sun dergisi Aralık 2001, Margaret J. Wheatley

30 Haziran 2010 Çarşamba

Çocuğum Yemek Yemiyor!

Kızım Irmak’la en sevdiğim aktivitelerden biri de beraber parka gitmek. Hem onunla salıncak ve kaydırak aralarında yakalamaca oynamaya bayılıyorum, hem de o sallanırken çevreyi izlemeyi. Ne de olsa anne ve çocuk bağlanmaları ile çalışan bir terapistim; ve parklar da benim için en önemli öğrenme alanlarından biri.
İstanbul’un orta halli bir parkı ile en zengin parkı arasında gördüğünüz ortak nokta ne diye sorarsanız bana şöyle bir cevap veririm: “Çocuğuna zorla yemek yedirmeye çalışan ebeveynler”. Özellikle salıncak üstü en popüler olanı, her sallanışta bir lokma. Tabii bu arada enteresan konuşmalara da şahit oluyor insan: “Bunu bitir, sana şeker alacağım”; “Yemezsen bir daha parka gelmeyiz”; “Hadi oğlum üzme beni”. Yani çocuğa şöyle bir mesaj veriyoruz: “Aç olduğun için değil, şeker ödülünü almak için, ya da beni üzmemek ya da bir daha parka gelme şansını kaybetmemek için ye. Hiç düşündünüz mü neden böyle yaparız; neden tek çocuk yemek yesin de nasıl yerse yesin diye televizyon önü, salıncak üstü gibi mekânlarda günümüzün büyük bölümünü yemek işine ayırırız!
Çocuk ne kadar yemek yemeye ihtiyaç duyduğunu bilir aslında. Ne zaman doyduğunu da bilir. İlk olarak başını şöyle bir yana çevirir. Eğer ısrar devam eder de bir şekilde lokma ağzından içeri girerse, o zaman ağzında tutar lokmayı. Tüm zorlamalar ve tüm direnmelerin neticesinde o lokmayı yutmak zorunda kaldığında ise çocuğun son korunma mekanizması kusmaktır. Ama hala görmez anne! Çünkü içindeki ses ona “İyi bir anne olman için yapman gereken çocuğunu yedirmen” demeye devam eder. Bu ses o kadar yüksek bir sestir ki annenin içinde, çocuğunun verdiği hiç bir sinyali duymaz olur.
Hele bir de çocuk doktoru önündeki kilo grafiğini açar ve bu grafiklere göre çocuğunun 50 gr zayıf olduğunu söylerse vay haline annenin. Şimdi artık anneanneler, komşular da karışır işe ve “sen bu çocuğu besleyemiyorsun” ile başlayan söylemler yankılanmaya başlar evin içinde. Anne zorlamaya ve çocuk direnmeye devam eder. Sonunda günün yarısından fazlasını yemek odaklı geçiren annenin ne oyuna, ne de çocuğuyla sağlıklı bir ilişki kurmaya zamanı kalır.
Hadi bu sabah bir değişiklik yapın sevgili anneler! Çocuğunuzu yemek yemeye zorlamayın. Onun yerine bakın bakalım, bugün önüne koyduğunuz yemekten kaç kaşık alacak, ya da hiç almayacak. Sessiz kalın, sadece izleyin. Sizin içinizde ne oluyor: Kulağınızda çınlayan o ses size iyi bir anne olmadığınızı mı söylüyor. Bir dinleyin. O sesin korkularını, endişelerini bir dinleyin bu sabah.
Unutmayın, siz iyi bir annesiniz!

24 Haziran 2010 Perşembe

Sevgi ve Saygıyla Beslemek

Doğadaki her canlının sütü kendi yaşamının gereklerine göre ayarlanmış. Hayvanlar dünyasında kimi annelerin sütünün yağ ve kalori bakımından daha zengin olduğunu görüyoruz. Böylece annenin uzun süreli av yolculuklarında yavru hayvan tok kalabiliyor. Öte yandan insan dünyasında anne sütündeki yağ ve kalori daha düşük. Bu da doğanın anneye bebeğini daha sık emzirmesi gerektiğinin bir göstergesi. Hayvanlar dünyasında genetik olarak bize en yakın primat soyuna (goril, şempanze, maymun v.s) baktığımızda annelerin bebeklerini devamlı kucaklarında gezdirdikleri ve gün boyunca emzirdiklerini görüyoruz. Anne sütündeki yağ oranı emzirme aralıları ne kadar kısa ise o kadar yüksek.

Annenin bebeğini beslemesi ona besin sağlamaktan çok daha öte bir şey. İster meme vermek ister sofrada yemek sunmak olsun, ebeveynler için bu zaman çocuklarıyla bağlarını kuvvetlendirmek adına bir fırsat.

Emzirmek

Emzirmek anne bebek arasındaki bağın oluşmasını kolaylaştırıyor. Anne bebeğini emzirdiğinde karşılığında bebek anneye iki önemli hormonun salgılanmasına yardım ediyor. Prolaktin ve oxytocin. Bu iki hormon bebeğin emme refleksiyle salgılanıyor ve anneye doğal bir rahatlatıcı etkisi sunuyor. Sık emzirme süreleri annenin hem bebeğiyle yakın olmasına hem de vücudunda kendini iyi ve rahat hissetmesine yardımcı oluyor.

Emzirme annenin bebeğini anlamasında en güçlü araç. Başarılı emzirme bebeğin verdiği sinyalleri iyi anlamadan geçiyor. Kısaca anne bebeğiyle bolca zaman geçirip ‘hangi saat aralıklarında meme vermeliyim’ diye saate değil, bebeğinin verdiği ipuçlarına yoğunlaşmalı. Örneğin bebek ağzını açıp kapatarak meme arama hareketleri yapıyorsa emzirmenin zamanı geldiğini bilmek gibi. Bebek kimi zaman gün içinde 3–4 saat uyuyup uyanıp emmek istediği gibi, akşam her 20 dakikada bir meme isteyebilir. Önemli olan annenin bebeğine uyum sağlayıp onun sözsüz işaretlerine kulak vermesi.

Biberonla Emzirmek

Biberonla emziren anne bebeğiyle memeyle emziren anne kadar yakın olabilir mi? Anne memesi ile emzirdiğinde doğa anneye, bebeği ile gün içersinde 8 ile 12 arasında kucağında göz göze tensel bir yakınlaşma sağlayacağı bir ortam hazırlıyor. Bu ilişkide bebeğe besin vermenin yanında bağlanmayı güçlendiren bir yakınlık söz konusu. Anne biberonla emzirdiğinde de bu yakınlığı sağlayabilir. Ancak memeyle emzirmeden gelen hormon yardımları olmadığından annenin daha bilinçli bir çaba sarf etmesi gerekiyor.

İşte anneye yardımcı olacak araçlar:

- Beslemeyi birinci derecede annenin üstlenmesi
- Bebeği, aynı memede emzirme pozisyonunda olduğu gibi kucaklama
- Bebekle göz temasında olma
- Memede olduğu gibi kucakta pozisyon değiştirme
- Saate göre değil bebeğin verdiği sinyallere göre besleme
- Emziğin bebeğin emme ihtiyacını karşılamak için bir araç olduğunun
bilincine varıp, emzik süresince de emzirmede olduğu gibi kucaklama