1 Ağustos 2012 Çarşamba

Turkish Anne Çocuk Parkında


Kanada’ya geleli bir hafta oldu. Bizim kuzen sağ olsun her gün yeni bir parka götürüyor bizi. Irmak’ın, beş buçuk yaşın verdiği heyecan ile her parkın içinde yer alan su eğlencesinde bir oraya bir buraya koşuşunu keyifle izliyorum. Kimi zaman kendimi de onun heyecanına eşlik ederken buluyorum. Her parkın kendine has özelliği var, hiçbiri bir diğerine benzemiyor. Ancak parkta oynayan çocuklarla ailelerine gelince iş biraz değişiyor. Onlarda ortak gözlemlediğim; ister anne, ister baba olsun ebeveyn, her an çocukları ile olan sınır koyma özellikleri. Sınırlar kimi zaman yumuşak müdahaleler, kimi zaman sert, kimi zaman ceza ya da sonuç odaklı.
Bir Türk olarak kendi yaşadığım ülkenin parkları ve ebeveynleri ile kıyaslamadan edemiyorum tabii. İstanbul içersinde Bebek Parkı’ndan tutun da Kadıköy’e, Üsküdar’a, Fatih’e dek Irmak’la beraber ziyaret ettiğim çoğu parkta gözlemlediğim, ebeveynlerin geri planda kalıp, sınır koyma durumunda ise ses yükselterek, kimi zaman bağırarak düştükleri çaresizlik. Bebek Parkı’nı biraz farklı kılan ebeveynlerin banklarda oturmak yerine çocukları ile biraz daha oyun oynar görünmeleri.
İstanbul’da parklara gidince gözlem yapmanın yanı sıra en çok keyif aldığım şey Irmak’la oyunlarımız. Bu oyunlara kimi zaman parktaki diğer çocukların da katıldığı olur. Bir oyun terapisti olarak terapi dışındaki en sevdiğim oyunlar parkta kendiliğinden oluşan ve gülücüklerin serbestçe etrafa serpiştiği kaydırak koşuşturmaları çevresinde oluşan oyunlar. Kanada’ya geldiğim şu bir hafta içinde ise içimdeki oyun çocuğu çok sessiz. Kendimi parklarda biraz sıkışmış, biraz kaybolmuş hissediyorum.
Yazının gidişatı Kanada’yı övüp İstanbul için ders çıkaracağım gibi bir his vermiş olabilir. Ancak bu yazıda tek yapacağım sıkışmışlık hissimi tetikleyen olaylar zincirinden kendim için bir çıkarım yapmak. Üstelik bu çıkarımla, sizin okurken çıkacağınız kendi yolculuğunuzun tamamen sizin yolculuğunuz olacağının da farkında olarak.
Kanada’nın bugünkü sabahında Irmak’la beraber yalnız gittik mahallenin parkına. Belki daha rahat oynarım bugün diye hayal ederken, kendimi, anneanne olduğunu düşündüğüm bir kadının üç yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim torununu salıncağın emniyet kemerini bağlamak istememesi üzerine tek başına bankta ağlamaya bırakıp uzaklaşmasını seyrederken buldum. Göğsümdeki sıkışmışlık hissi biraz daha güçlendi. Oradan kaçıp uzaklaşmak istedim. Oysa parkın gittiğim diğer tarafında, Irmak’ın kaydırağın üzerinden yukarı tırmanmak istemesi üzerine, bir annenin bana “Müdahale etsene” der gibi baktığını hissettiğim başka bir sıkışmışlıkta buldum kendimi. Ve bu kaybolmuşlukla Irmak’a ağzımdan çıkan “Buradan değil merdivenden tırmanmalısın, kural burada bu” anlamsız müdahalem hiçbir işe yaramadı. Birden sıkışmışlık duygum iyice tavan yaptı ve kendimi Irmak’ın kolundan çekerken buldum.
Bir sonraki sahne zorla oynanan bir saklambaçtan ibaret. Ve tabii ki Irmak “Hadi Anne, eve gidelim” demekle sona erdirdi park maceramızı.
Arkamda Irmak, önde ben kuzenin bisikletini kullanırken gözümde geçmişten sahneler canlandı. “Bana öğreten yoktu, bu anlattıklarımın kıymetini bil” kalıpları altına saklanmış öğretme anları ile nasihatlerin yaşandığı küçüklüğümü gösteren sahneler geçerken bir bir gözümün önünden pedalların dönüşü, rüzgârın yüzüme dokunuşu idi o anla geçmiş arasındaki gidip gelmelerde kaybolmayışım. İçimdeki sıkışmışlık hissi dağılırken bedenimden dışarıya içimde bir yerlerde benim için Irmak’la ilişkimde öğretme anlarının ne kadar zor olduğunu fark ettiğim bir his belirdi içimde. Bazen bambaşka yoğun bir zıtlık görmemizi sağlayan kendi yüzümüzü. Belki bugünkü anneannenin bir diğer uçtaki müdahalesi idi kendimle yüzleşmemi sağlayan ya da bu haftanın tüm yaşanmışlıkları.
Sonra düşündüm; ceza, ödül, sonuç gibi çeşitli kültürlerin farklı anne baba tutumlarını. Neden bazı ekollere kendimizi daha yakın buluyoruz diye sordum kendime. Hemen sol beynim “Tabii ki beyin araştırmaları, kaynaklar” derken içimdeki bilen yerin sözleri farklı idi. Öğretmenin, yönlendirmenin geçmişimdeki bir yerleri tetiklediğini anladığım bugün Irmak’la ilişkim başka bir boyut kazanacak biliyordum. Ona sınır koyduğumun sonrasındaki konuşma anları benim içimdeki sıkışmalardan özgürleştikçe ikimizin o anlardaki yolculuğu da bir başka olacak.
Hangi ekole kendimizi yakın bulursak bulalım, ister yaptığımız şey günümüzün en doğru ebeveyn yaklaşımı olsun, geçmişin tetiklenmelerine tepki olarak geliyor ise mutlaka orada bakacak bir şeyler oluyor. Hayır demiyor musunuz, hiç sınır mı koymuyorsunuz, ceza ödül yöntemini mi benimsediniz, hadi sorun kendi geçmişinizdeki küçük kıza, küçük oğlana “doktor dedi, araştırmalar dedi, sezgilerim dedi” kalıplarının arkasına saklanmadan. Soracağınız sorunun nasıl ve ne şekilde olacağını bildiğiniz bir an sizin de gelecek. Yeter ki bulacaklarınızı duymaya hazır olun.
Terapist olmayı sevdiğim kadar anne olmayı da seviyorum. Kendi geçmişimle yüzleştiğim bu fırsatlar olmasa terapist olamayacağımı bilmenin farkındalığı ile Irmak’a gülümsüyorum bisikleti kuzenin garajına park ederken.

8 Mart 2012 Perşembe

Ablaya Teşekkür Et

“Ablaya teşekkür et! ‘Lütfen’ dedin mi?”

Çocuğunuzla Birlikte Büyümek kitabının yazarı Naomi Aldort bu tür cümleleri anne babaların küçük çocuklarına öğretme telaşına değiniyor kitabının bir bölümünde. Burada ebeveynin amacı çocuğa şükran duygusunu öğretmek, kimi zaman ise toplum içinde çocuğun doğru davranışlarda bulunmasına yardımcı olmak oluyor.

Aldort, ailelere şöyle bir soru soruyor; “Ebeveynlerimiz biz küçükken bize bunları söylediğinde gerçekten şükran duygusunu öğrendik mi, yoksa kimimiz istemeden teşekkür etmek, paylaşmak zorunda olmak ya da özür dilemekten dolayı içerlemeyi mi öğrendik? Acaba çocuklar ihtiyaçları gerçekten karşılandığında şükran duygusunu kendiliğinden mi öğreniyorlar? Onlara öğretmek yerine belki de bunları izleyerek öğrenecekleri modeller mi olmalıyız?”

Doğal Ebeveynlik yaklaşımının duayenlerinden Naomi Aldort çocuklara ne söylemeleri gerektiğini söyleyerek onlara ne öğrettiğimiz konusunu şöyle açıklıyor:


1.Çocuk, birine nerede ne söylemesi gerektiğini ya da nasıl davranması gerektiğini dikte etmenin; başkalarını bu biçimde yönlendirmenin iyi bir davranış olduğunu öğrenerek büyüyor. Çünkü konuşmanın içeriğinden çok çocuğun aklında kalan, birisinin ona ne yapması gerektiğini söylediği.

2.En gözle görünmeyen mesaj ise “Ne söyleyip nasıl davranacağım konusunda kendime güvenemem. O yüzden ebeveynimin ağzından çıkan söze güvenmeliyim ve kurallara kayıtsız şartsız uymalıyım.” Tabii burada çocuğumuzu bir liderden çok kuralları izleyen, arkadan gelen birey olmaya hazırlıyoruz.

3.“Eğer ne yapmam, ne söylemem gerektiğini bilmiyorsam demek ki ben yeterli değilim” bilinçaltı mesajı ile kendine güveni düşük bir birey yetiştiriyoruz.

4.Çocuk kendinden şüphe duyuyor: “Neden kendimi teşekkür edecek bir duyguda hissetmiyorum? Demek ki bende bir gariplik var.”

5.Çocuk yalan söylemeyi öğreniyor: “Hiçbir şey söylemek istemiyorum (paylaşmak, özür dilemek), sanırım doğru kelimeleri söyleyerek içsel gerçeğimi yansıtmayan bir oyun sergilemeliyim topluma.

6.Çocuk büyüdüğünde geçmiş yıllarına bakıp zorla söyletilen özür, teşekkür gibi kelimelerden nasıl nefret ettiğini fark ediyor.

Aldort, büyüklerin toplum içinde çocuğun davranışları ile olan beklentilerine ise şöyle yaklaşıyor: “Biri çocuğumuza ismini ve yaşını sorduğunda ona ‘Hadi oğlum teyzeye kaç yaşında olduğunu söyle’ der ve çocuğumuzun sessiz kalması halinde utanç hissederiz. Üç çocuğumdan biri yedi yaşında gelene dek kendisine soru soran hiçbir yetişkine cevap vermedi. Ve ben her seferinde onun tarafında olup soru sorana ‘Sanırım şu an cevap vermek istemiyor’ deyip gülümsedim ve ‘İsterseniz ben size söyleyebilirim’ dedim. Geçen zaman içinde oğlumun kendisi hakkında bilgi verilmesinden hoşlandığını ancak benim onun yerine konuşmamı tercih etmediğini anladım. Bunun üzerine bu anları başka türlü halletmeyi öğrendim. Ona dönerek ‘İster misin bu teyzeye senin adını söyleyeyim?’ demeye başladım. Kimi zaman evet, kimi zaman hayır dedi. Ve ben onun liderliğinde yönettim bu tür olayları. Şimdi oğlum birçok büyüğün sorusuna cevap verecek kadar kendine güveniyor ve rahat. Bazense istemediğini söylüyor. Her şekilde seçimleri net ve karşısındaki kişinin hakiki olma potansiyeline göre değişiyor.”

Peki, ne zaman öğrenecekler görgü kurallarını, sorusuna ise Aldort bir soruyla cevap veriyor. “Onların kendi zamanlarında büyüyüp olgunlaşacaklarına tıpkı kendi zamanlarında yürüyüp konuştukları gibi güvenebilir miyiz?” Yetişkin olmadan onların bir yetişkin gibi davranmalarını istiyoruz. Çocuklarımıza sevgi ve saygıyla davranırsak, onlara kendi davranışlarımızla model olursak zaten çocuklar bu davranışları kendi doğallığında öğrenecekler.
“Onların ne olmalarını istiyorsan o ol ve başkaları ile ilişkideyken nasıl davranmalarını istiyorsan onlara öyle davran” diyen Aldort doğal ebeveynlik, terbiye, uyku, sınırlar, iki yaş dönemi, memeden kesme, hayırlar ve öfke, stres gibi ebeveyn ve çocuk ilişkisi konusunda dünyanın birçok ülkesinde seminerler veriyor.
Bu köşemi bugün Naomi Aldort’a ayırmamın sebebi onun doğal ebeveynlik yaklaşımlarından çok şey öğrenmemin yanı sıra 20-21 Nisan tarihlerinde seminer vermek üzere İstanbul’a gelmesi. Çocuğunuzla Birlikte Büyümek adlı kitabı benim danışanlarıma sıklıkla tavsiye ettiğim bir kitap. Çocuğunla Çatışmaya Son ve Övgü ve Ödülün Bedeli adlı seminerleri dinlemek için biran önce kayıt olun derim.

2 Kasım 2010 Salı

Kimse Beni Dinlemiyor!

Günümüzde çocuk olmak hiç de kolay değil!
Zeynep o gün okuldan geldiğinde çok mutsuzdu. Türkçe öğretmeni ona “Bu notu senden beklemezdim” demişti. Bir sürü ödevi vardı. Ama hiçbirine yoğunlaşamıyordu. Masasının üstündeki kitapları aldı, yere fırlattı. Hırsını alamamıştı. İçerde anneannesi yemek hazırlıyordu. “Ben bu yemeği yemem diye kaç kez söyledim sana!” diye bağırdı. Annesini aradı ofisten. Toplantıdaydı. Telefonu fırlattı, iki damla yaş aktı gözünden. Biraz rahatlamıştı.
Odasına döndü, matematik ödevini aldı eline. Soruları çözmeye çalıştı. Kafasında bir yerlerde, öğretmenin “daha fazla çalışmalısınız” sözleri yankılanıyordu. Müziği açtı, kulaklığı taktı. Yeniden matematik ödevine döndü. Kulaklıktan gelen müzik, öğretmenin sesini bastırmıştı.
Akşam annesi geç geldi eve. Türkçeden aldığı notu söyleyince, “Biraz daha çalışır, daha iyi bir not alırsın bir dahaki sefere. Artık geç oldu, ben de zor bir gün geçirdim, hadi yatalım” diye cevap verdi annesi. Zeynep “Sen beni hiç dinlemiyorsun!” diye bağırıp, ağlayarak odasına koştu. Annesi ne olduğunu anlamamıştı. Birazdan Zeynep içerden bağırdı: “Anne, benimle uyu bu gece.” Annesi; “Bak Zeynep, bu ne zamandır devam ediyor, psikologun ne dediğini hatırla. Artık kendi başına uyumalısın” diye seslendi içerden. Zeynep hâlâ kızgındı. Uyumaya çalıştı. Kafasında bir ses “Yeterince çalışmadın” diyordu. Sonunda uyudu. Gece vakti gördüğü bir kâbusla uyandı. Midesi bulanıyordu. Sabah kalktığında kustu. Annesi işe giderken “Akşam ne yedi acaba?” diye düşünüyordu.
Zeynep, okulların çocuklar üzerinde yarattığı strese küçük bir örnek aslında. “Nasıl küçük bir örnek bu, basbayağı çocuk acı çekiyor” diye kendi kendinize mırıldandığınızı duyar gibiyim. İnanın, bir psikolog olarak daha şiddetli vakalarla çalışıyorum. Stres kendini kimi zaman kâbus, bilinmeyen korkular, tırnak yeme, yediklerini kusma, depresyon gibi şekillerle gösteriyor.
Öğretmen öğrenciyi motive etmeyi, “Bu sınıftan hiç memnun değilim”, “Bu notu sizden beklemezdim”, “Çalışmıyorsunuz”, “Daha iyi olabilirsin” cümlelerinin altında saklı zannediyor. Ama tek yaptığı öğrencinin “Ben iyi değilim” içsel mesajına bir işaret daha koymak. İlkokul yılları beynin hâlâ gelişmeye devam ettiği, ben kimim olgusuna cevaplar arandığı dönemler. Yeterince iyi olmadığını düşünen bir çocuk, içindeki boşluğu doldurmak adına yeni bir bilgisayar oyunu, yeni bir ayakkabı, pahalı bir oyuncak ile mutlu olmaya çalışacak. Ancak bunlar sadece geçici mutlulukların daha derin yaralar bıraktığı geçici çözümlerden öteye gitmeyecek. Yani sorun “bizim çocukluğumuzda daha az oyuncak vardı, babam bana bu imkânların hiçbirini yaratmamıştı, bunların ki sadece şımarıklık” tablosuyla açıklanır bir şey değil. Zeynep sadece kendi olmaktan mutsuz ve bunu anlayacak bir ebeveyne, bir öğretmene, bir okula, bir büyüğe, bir psikologa, bir medyaya kısaca koca bir topluma ihtiyacı var.
Böyle bir toplum olduğunda; ebeveynin çocuğunun hangi okula gideceğinden çok, kendi ile nasıl mutlu olduğu, öğretmenin verdiği nottan çok, o konunun neden ve nasıl öğrencinin ilgisini çektiği, psikologun çocuğun annesinin yanında uyumasını ortadan kaldırmaktan öte o ihtiyacı annenin ona nasıl vereceği ile ilgilendiği sağlıklı bireylere kavuşuruz.
O zaman Zeynep okula gittiğinde öğretmen “Sınav kâğıtlarınızı değerlendirdim, hepiniz bu konuyu farklı açılarla öğrenmişsiniz. Kiminizin ilgisini A bölümünün, kiminizin ise B bölümünün çektiğini gördüm. Bundan sonraki konuyu nasıl işleyeceğimizi ona göre düşüneceğim. Bu farklılıklarınız bana bir sürü yeni bakış açısı sunuyor. Sınıfımda olduğunuz için mutluyum” der.
Zeynep eve gelip “Türkçeden düşük not aldım” diye kızgın bir ses tonu kullandığında annesi, onun elini tutar, gözlerinin içine bakar ve “Kendini kötü hissettiğini görüyorum, senin için daha iyi bir not almak istemenin önemini fark ediyorum. Kolay olmamalı” diye konuşur. Zeynep sabahtan beri kızgınlığın maskelediği ağlama duygusunu tamamen dışa vurur. Annesi evdedir artık ve hissettiği acıyı anlamıştır. Ona sarılır, ağlar. Annesi sessiz kalır, ağlamasına izin verir.
Psikolog, Zeynep’in annesine “Sizinle yatmak istiyorsa şu an buna izin verin, stresli bir dönemden geçiyor. En önemlisi tüm bunları kendi başına atlatacak durumda değil. Geceleri yanınıza geldiğinde sarılın, küçük kızınıza onu nasıl bir an evvel kendi başına uyumaya teşvik ederim bakış açısı ile değil de şu an yaşadığı stresi azaltmak için bana ihtiyaç duyduğunda bunu ona nasıl veririm anlayışı ile yaklaşın” diye konuşur.
Bir büyük “Bizim zamanımızda” diye başlamak yerine söze, onlarla nasıl daha anlamlı ilişkiler kurar, daha çok oynar, daha çok eğleniriz diye düşünmeye başlar.
İşte sağlıklı toplumlar böyle oluşur.
Bu arada ben, Zeynep ve diğer tüm çocuklara şöyle sesleniyorum: “Kendinizi kızgın hissettiğinizde nefesinizi sayın, koşmaya çıkın, günlüğünüze yazın. Teneffüslerde ip atlayın, seksek oynayın, salıncakta sallanın.”
Unutmayın, günümüzde çocuk olmak hiç de kolay değil.
Sevgiyle Kalın!

18 Ekim 2010 Pazartesi

Tutarlı Olmak ile Çocuğumuzu Dinlemek Arasındaki İnce Çizgi

“Eğer çocuğunuzun sizi kullanmasını istemiyorsanız, ona olan davranışlarınızda tutarlı olun” sözlerini sıkça duyduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Bu yalnız bizim ülkemizde oluyor demeyin! Çünkü çocuklarımızı alelacele bağımsız yapmak, koşuşturan ebeveynin dünyasına bir an evvel dâhil etmek adına, gelişmiş ülkelerin hepsinde bu gibi reçetelerle karşılaşıyoruz: “Yatağına yalnız yatan çocuğunuz yarın öbür gün yanınıza gelirse, sakın ha dalıp da onu yatağınıza almayın, sonra hep ister! Kendi başına yemek yemeye başlayan çocuğunuz ‘anne beni yedir’ derse aman ha, sonra hep ister. Ağlarken bir kere kucağına aldın, yandın, artık hep kucak, hep kucak”. Bunlar günlük hayattan tanıdığımız standart sesler, kimi zaman bir anneanne, kimi zaman komşu, kimi zaman bir doktorun ağzından duyduğumuz.
Doğal ebeveynlik konularında verdiğim seminerler ile bağlanma konularında ebeveynlerle olan terapilerim, bana da kendi içsel yolculuğum adına pek çok yeni pencere açıyor. Bir psikolog olsam da bir anne olarak benim de kendimi “tutarlı bir davranış mı şu yaptığım” diye sorguladığım anlar tabii ki oluyor. Geçenler de 3.5 yaşındaki kızım Irmak ile yaşadığım bir olay işte bu farkındalık pencerelerinin bir yenisini daha açmama vesile oldu.
Sabahtan kızımı akşam yemeğe çıkacağım konusunda hazırladım. Gün içinde beraber güzel zaman geçirdik. Yemek için buluşacağım arkadaşımın eve gelmesiyle beraber telaşlı bir hazırlık başladı. Irmak bu süreçte “anne gitme, anne kal” dese de içimden bunu halledeceğim ve onun beni rahatlıkla bırakacağı fikrinden emindim. Ancak hiçte öyle olmadı. Ağlamalar benim tam çıkacağım sırada iyice yükseldi. Arkadaşım “Hadi, çıkalım artık, ağlar, ağlar, susar, alışır” dedi. Bir tarafım acaba mı ki derken, o gün okuduğum bir makale* geldi aklıma: Dinlemek çok basit bir eylem aslında. Sadece anda olmamızı gerektirir. Koçluk yapmak, akıllı görünmek, ya da nasihat vermek durumunda değiliz dinlerken. Orda oturmaya ve karşımızdakini dinlemeye gönüllü olalım yeter.
Konuşmayı, onu avutmaya çalışmayı, kısaca o anda yaptığım her şeyi bırakıp, sadece onu dinlemeye başladım. Benim gitmeme izin vermek, beni bırakmak adına nasıl çabaladığını işte o an fark ettim. Ancak elinden geleni yapsa da, duygusal olarak bunu bir türlü başaramıyordu. Onun tereddütlerini, vücut dilini, sesini, acısını duydum o an. Yorgundu, duygusal olarak zayıftı ve bana ihtiyacı vardı. Arkadaşıma dönüp kendimden emin bir şekilde akşam yemeğine katılamayacağımı söyledim. Üstümü değiştirdim ve kızımla yemeğe oturduk. Garip bir şekilde içimde hiçbir kızgınlık yoktu. Daha önceleri bu tür durumlardan alışık olduğum kızgınlık duygusunu hissetmediğime önce şaşırdım. Ancak bu kez farklı olan kendime acıma duygusuna yenilmemiş olmamdı: “Zavallı ben, zaten hiç dinlenemiyorum, bir akşam bile çıkıp eğlenmek bana çok görülüyor” v.s. Peki bu düşünceler neden gelmiyor ve neden beni içine çekmiyor bu kez diye merakla sordum kendime. Ve şöyle bir hisle yüzleştim bu kez, Irmağı gerçekten dinlemiş olma hissi. Kendi içimde kaybolmadan, karşımdakini duymakla beraber gelen empati hissi. ‘Bu nasıl bir özgürlük’ diye geçirdim içimden. Hiçbir kızgınlık, kendine acıma duygusu hissetmeden kızımla yediğimiz akşam yemeğinin keyfine bıraktım kendimi.
Birden Irmağın sesiyle irkildim. “Anne biliyor musun” dedi.
-Neyi?
-Ben anne olsaydım, sen çocuk olsaydın, ben de gitmezdim. Seninle kalırdım.
Gözlerim yaşla dolu o an. 3.5 yaşındaki kızım bunu fark etmekle kalmamış, dile de getirmişti. Bir an tutarlı olmak, davranışlarını kontrol etmek adına ne kadar çok onları dinlemediğimizi düşündüm. Ben de kendi geçmişimin yasının yaşlarını akıttım gözlerimden.
Ertesi akşam ne mi oldu. Arkadaşımın doğum gününe gitmek için hazırlanırken Irmak “Anne çok geç kalma olur mu” dedi. “Olur” dedim. Bir öpücük kondurdum yanağına ve doğum günü mekânına doğru giderken ‘tutarlı olun o ağlasa bile’ diye başlayan tüm söylemleri haksız çıkarmanın muzip bir gülümsemesi vardı yüzümde.


*Listening as Healing (Dinleme ile gelen iyileşme)
Shambhala Sun dergisi Aralık 2001, Margaret J. Wheatley

30 Haziran 2010 Çarşamba

Çocuğum Yemek Yemiyor!

Kızım Irmak’la en sevdiğim aktivitelerden biri de beraber parka gitmek. Hem onunla salıncak ve kaydırak aralarında yakalamaca oynamaya bayılıyorum, hem de o sallanırken çevreyi izlemeyi. Ne de olsa anne ve çocuk bağlanmaları ile çalışan bir terapistim; ve parklar da benim için en önemli öğrenme alanlarından biri.
İstanbul’un orta halli bir parkı ile en zengin parkı arasında gördüğünüz ortak nokta ne diye sorarsanız bana şöyle bir cevap veririm: “Çocuğuna zorla yemek yedirmeye çalışan ebeveynler”. Özellikle salıncak üstü en popüler olanı, her sallanışta bir lokma. Tabii bu arada enteresan konuşmalara da şahit oluyor insan: “Bunu bitir, sana şeker alacağım”; “Yemezsen bir daha parka gelmeyiz”; “Hadi oğlum üzme beni”. Yani çocuğa şöyle bir mesaj veriyoruz: “Aç olduğun için değil, şeker ödülünü almak için, ya da beni üzmemek ya da bir daha parka gelme şansını kaybetmemek için ye. Hiç düşündünüz mü neden böyle yaparız; neden tek çocuk yemek yesin de nasıl yerse yesin diye televizyon önü, salıncak üstü gibi mekânlarda günümüzün büyük bölümünü yemek işine ayırırız!
Çocuk ne kadar yemek yemeye ihtiyaç duyduğunu bilir aslında. Ne zaman doyduğunu da bilir. İlk olarak başını şöyle bir yana çevirir. Eğer ısrar devam eder de bir şekilde lokma ağzından içeri girerse, o zaman ağzında tutar lokmayı. Tüm zorlamalar ve tüm direnmelerin neticesinde o lokmayı yutmak zorunda kaldığında ise çocuğun son korunma mekanizması kusmaktır. Ama hala görmez anne! Çünkü içindeki ses ona “İyi bir anne olman için yapman gereken çocuğunu yedirmen” demeye devam eder. Bu ses o kadar yüksek bir sestir ki annenin içinde, çocuğunun verdiği hiç bir sinyali duymaz olur.
Hele bir de çocuk doktoru önündeki kilo grafiğini açar ve bu grafiklere göre çocuğunun 50 gr zayıf olduğunu söylerse vay haline annenin. Şimdi artık anneanneler, komşular da karışır işe ve “sen bu çocuğu besleyemiyorsun” ile başlayan söylemler yankılanmaya başlar evin içinde. Anne zorlamaya ve çocuk direnmeye devam eder. Sonunda günün yarısından fazlasını yemek odaklı geçiren annenin ne oyuna, ne de çocuğuyla sağlıklı bir ilişki kurmaya zamanı kalır.
Hadi bu sabah bir değişiklik yapın sevgili anneler! Çocuğunuzu yemek yemeye zorlamayın. Onun yerine bakın bakalım, bugün önüne koyduğunuz yemekten kaç kaşık alacak, ya da hiç almayacak. Sessiz kalın, sadece izleyin. Sizin içinizde ne oluyor: Kulağınızda çınlayan o ses size iyi bir anne olmadığınızı mı söylüyor. Bir dinleyin. O sesin korkularını, endişelerini bir dinleyin bu sabah.
Unutmayın, siz iyi bir annesiniz!

24 Haziran 2010 Perşembe

Sevgi ve Saygıyla Beslemek

Doğadaki her canlının sütü kendi yaşamının gereklerine göre ayarlanmış. Hayvanlar dünyasında kimi annelerin sütünün yağ ve kalori bakımından daha zengin olduğunu görüyoruz. Böylece annenin uzun süreli av yolculuklarında yavru hayvan tok kalabiliyor. Öte yandan insan dünyasında anne sütündeki yağ ve kalori daha düşük. Bu da doğanın anneye bebeğini daha sık emzirmesi gerektiğinin bir göstergesi. Hayvanlar dünyasında genetik olarak bize en yakın primat soyuna (goril, şempanze, maymun v.s) baktığımızda annelerin bebeklerini devamlı kucaklarında gezdirdikleri ve gün boyunca emzirdiklerini görüyoruz. Anne sütündeki yağ oranı emzirme aralıları ne kadar kısa ise o kadar yüksek.

Annenin bebeğini beslemesi ona besin sağlamaktan çok daha öte bir şey. İster meme vermek ister sofrada yemek sunmak olsun, ebeveynler için bu zaman çocuklarıyla bağlarını kuvvetlendirmek adına bir fırsat.

Emzirmek

Emzirmek anne bebek arasındaki bağın oluşmasını kolaylaştırıyor. Anne bebeğini emzirdiğinde karşılığında bebek anneye iki önemli hormonun salgılanmasına yardım ediyor. Prolaktin ve oxytocin. Bu iki hormon bebeğin emme refleksiyle salgılanıyor ve anneye doğal bir rahatlatıcı etkisi sunuyor. Sık emzirme süreleri annenin hem bebeğiyle yakın olmasına hem de vücudunda kendini iyi ve rahat hissetmesine yardımcı oluyor.

Emzirme annenin bebeğini anlamasında en güçlü araç. Başarılı emzirme bebeğin verdiği sinyalleri iyi anlamadan geçiyor. Kısaca anne bebeğiyle bolca zaman geçirip ‘hangi saat aralıklarında meme vermeliyim’ diye saate değil, bebeğinin verdiği ipuçlarına yoğunlaşmalı. Örneğin bebek ağzını açıp kapatarak meme arama hareketleri yapıyorsa emzirmenin zamanı geldiğini bilmek gibi. Bebek kimi zaman gün içinde 3–4 saat uyuyup uyanıp emmek istediği gibi, akşam her 20 dakikada bir meme isteyebilir. Önemli olan annenin bebeğine uyum sağlayıp onun sözsüz işaretlerine kulak vermesi.

Biberonla Emzirmek

Biberonla emziren anne bebeğiyle memeyle emziren anne kadar yakın olabilir mi? Anne memesi ile emzirdiğinde doğa anneye, bebeği ile gün içersinde 8 ile 12 arasında kucağında göz göze tensel bir yakınlaşma sağlayacağı bir ortam hazırlıyor. Bu ilişkide bebeğe besin vermenin yanında bağlanmayı güçlendiren bir yakınlık söz konusu. Anne biberonla emzirdiğinde de bu yakınlığı sağlayabilir. Ancak memeyle emzirmeden gelen hormon yardımları olmadığından annenin daha bilinçli bir çaba sarf etmesi gerekiyor.

İşte anneye yardımcı olacak araçlar:

- Beslemeyi birinci derecede annenin üstlenmesi
- Bebeği, aynı memede emzirme pozisyonunda olduğu gibi kucaklama
- Bebekle göz temasında olma
- Memede olduğu gibi kucakta pozisyon değiştirme
- Saate göre değil bebeğin verdiği sinyallere göre besleme
- Emziğin bebeğin emme ihtiyacını karşılamak için bir araç olduğunun
bilincine varıp, emzik süresince de emzirmede olduğu gibi kucaklama

19 Mart 2008 Çarşamba

Hamilelik, doğum ve ebeveynliğe hazırlık

Bebeğin hayatının ilk iki yılında beyin gelişiminin %80’i tamamlanır. Sevgiyle
dokunulan bebekler zihinsel potansiyellerinin en tepesine ulaşırlar. Diğer
yandan dokunma, büyüme hormonlarını harekete geçirmek üzere pitüiter beze mesaj
yollar. Bebeği kucağımıza aldığımızda, vücudunun üçte ikisi uyarılır. Beşiğe
koyduğumuzda ise vücut yüzeyinin sadece yarısı uyarılır. Plastik ya da tahta bir
yüzey hiçbir zaman vücut sıcaklığı, dokunma, ses, gülüş ya da göz temasının
yerini tutamaz. Kuvvetli bir bağlanma için dokunma en önemli etken. Modern bebek
beşiklerimiz ya da oyuncaklarımız hiçbir zaman insan ilişkisinin yerini
tutamaz.

‘Ebeveynler çocuklarını sever’ der ve bu konuda çok fazla düşünmeyiz. Oysa bu sevgi nereden gelir ve nasıl büyür? Birçoğumuz bu çok özel sevgiyi ‘öyle tasarlanmışız işte’ diye cevaplayabilir. Ancak iş anne ile bebek ilişkisine geldiğinde doğa bu sevgiyi hiçte şansa bırakmamış. Doğa, hem bebek hem de anneyi birbirlerine güzel duygular vermek üzere programlamış. Anne ile bebek arasında ki bağı, aralarında büyüyen sevgi diye açıklayabiliriz. Bu bağ hamilelik ile başlar, bebeğin doğumu ile pekişir ve çocuk büyüdükçe devam eder.

Hamilelik süresince annenin vücudundaki fiziksel ve kimyasal değişimler yeni bir hayatın varlığını müjdeler. Anne iç dünyasına dönerek hem kendisine hem de içindeki bu varlığın değişimlerine yoğunlaşır. Baba ise bu yeni bireye anneye destek olarak hazırlanır. Her ne kadar bir çocuğun yaşamlarına girmesini henüz tecrübe etmeseler de şimdilik sadece fikrin kendisine bağlanırlar. Derken o özel gün gelir. Bebek annenin karnından kucağına geçiş yapar. O andan itibaren bir başka çeşit bağ kurulur ebeveynler ve bebek arasında.

Hastane Süreci

Doğumdan sonra gelen ilk saatlerde ebeveynler ve bebek arasında kurulan bağın önemini bilen dünyanın birçok ülkesindeki pek çok hastane, ebeveynler ve bebeği doğumdan hemen sonra yalnız bırakıyorlar. Bu ilk saatlerin önemini kavrayan birçok hastane artık rutin prosedürleri daha sonraya erteliyor. Araştırmalar gösteriyor ki doğumdan sonraki ilk dakikalardan itibaren bir saat boyunca bebek çevresiyle ilişkiye girebilecek en uyanık halde. Bu süreçte bebek annenin gözlerine bakıyor, göğsüne sokuluyor, annesinin sesinin, kokusunun, teninin, göğsünün tadını hissediyor. Anne içgüdülerinin sesiyle bebeğine dokunuyor, onu okşuyor. Doğa böylece anne ve bebek arasındaki ilk bağın kurulması için bebeğe en uyanık olduğu evreyi doğumun ilk dakikalarında veriyor. Bu ilk saatte bebek anne ve baba birbirlerine ait oldukları bilincinin ilk tecrübesini yaşıyorlar.
Hastane süresince bebek anne ve babanın aynı odada beraber kalmaları bu bağın devamlılığı için bir başka önemli etken. Anneyle bebek arasındaki iletişim nasıl çalışıyor şöyle bir gözden geçirelim:
Bebeğin ağlaması annenin duygularını tetikliyor. Bu hem fiziksel hem de psikolojik. Yani anne bebeğin ağlaması ile göğüslerinde artan bir kan dolaşımı hissediyor ve devamında annede bebeğini kucağına alıp meme vermek için bir dürtü oluşuyor. Bu öyle bir dürtü ki hiçbir sözlü iletişim bunun kadar kuvvetli olamaz.

Anneyle bebeğin beraber kalması

Aynı odada beraber kaldıklarında bebek ağlar ağlamaz anne fiziksel olarak yanında olduğu için hemen bebeğini kucağına alır ve besler. Bebek susar. Bebek tekrar uyandığında kıpırdanır, ağlar ve anne aynı şeyleri tekrar eder. Bir sonraki sefer artık anne bebeğin ağlama öncesi sinyallerini gayet iyi bildiği için bebeğini henüz ağlamadan kucağına alır ve besler. Bu diyalog hastanede kaldıkları sürece kendini birçok kez tekrarlar ve artık anne ile bebek bir ekiptir. Bebek daha iyi sinyal vermeyi anne de bu sinyallere daha iyi cevap vermeyi öğrenir.

Bebek anneden ayrı kaldığında

Bebek hastanenin bebek odasındadır. Uyanır, acıkmıştır ve ağlar. O ağlayınca diğer bebeklerde uyanır ve ağlar. Bebek hemşiresi bu ağlamayı duyar ancak bebeğin annesi gibi bu bebeğe biyolojik bir bağı olmadığından bebeği annesine götürmesi gerekli zamanda ulaştırır. Bebeğin ağlamasının iki bölümden oluşur. İlki annedeki bağı harekete geçiren ağlama, bir sonraki ise rahatsız edici feryada dönüşen ağlama. Hemşire bebeği annesine getirdiğinde bebek ya artık ağlamayı bırakmış ve uykuya dalmıştır ya da daha güçlü bir ağlamayla bağırmaktadır. Anne her ne kadar bebeğine ikram edeceği rahatlatıcı bir kucağa sahip olsa da sütünün gelmemesine öylesine takılmıştır ki bebek daha da büyük bir feryatla ağlamaya devam eder.
Anne bebeğini rahatlatamamanın verdiği kuşkularla uzman hemşirelerin ona daha iyi bakabileceğini düşünür ve bebek daha da fazla zamanı bebek odasında geçirmeye başlar. Eve dönme zamanı geldiğinde ise birbirlerini tanıma imkânını henüz bulmamışlardır.

İlk 40 Gün

Doğumdan sonraki ilk 6 hafta annenin kanındaki prolaktin (süt salgısını canlandıran ön hipofiz hormonu) seviyesi yüksektir. Bu süreç içersinde sık emzirmek annenin iyi bir süt deposu oluşturmasına yardımcı olur. Aynı zamanda 6 hafta annenin vücudunun doğum sonrası kendini toparlaması için gerekli bir süre. Bu zaman zarfında annenin sadece bebeğiyle meşgul olması, ev işleri ve diğer konularda yardım alması önemli. Çoğu zaman doğum sonrası depresyonu annenin çok fazla şeyi bir arada yapmaya çalışmasından kaynaklanıyor. Oysa bu zaman anne ile bebeğin birbirlerini tanıması, keyif alması ve sağlıklı bir bağın oluşması için geçirilmeli.